30 Ekim 2016 Pazar

"herkesin bir gideni var mı sahiden içinden uğurlayamadigi"

Kendimle ilgili memnuniyetsizliğimin arttığı saatlerdeydim yine bu gece.  Sevinçlerin hüzne döndüğü ya da umutların kırıldığı anlardan değildi,  süreli sevinçlerim yok olalı uzun zaman olmuştu ve ben umut etmeyi birakacak kadar zekiydim artik.  Harekete geçecek devinimim de yoktu,  sadece her şeyden şikayet eden ve beğenmeyen bir huysuzdum.   Geriye dönüp baktığımda arkamda bıraktığım insanların hayatlarina devem edişini görmezden gelmek zorundaydım kendime olan saygım mıydı bu yoksa bencilliğim mi,  yetersizliğim mi...  

Kafamda fazla soru olmaz benim.  soruları kisa süre düşünürüm,  genel olarak düşünmeyi sevmem.  Düşünmek iyi bir şey değildir,  düşünmek üzer . Ne zaman düşüncelere dalsam bir yerlerden bir hayalkirikligimi asarim portmantoma.  Zaten geçenlerde okudum beyninin yüzde 80i alinan bir adam hayatına devam edebiliyormus demek ki o kadar da gerekli değil,  ha ben illa düşüneceğim illa mutsuz olacağım dersen amenna ama benim mutsuzluğum bana yetiyor.  Kalkıp  dostlara gitsem mi diyorum araya yollar giriyor koltuklar giriyor 2 şişe bira giriyor deviriyor beni,  aptallığın devrimine yeniliyorum akilliligimdan mi aptallığımdan mi bilinmez. 

"herkesin bir gideni var mı sahiden içinden uğurlayamadigi" mesela eski bir aşkı, kedisi, köpeği, bamkal amcasi, kapıcisi, eşi, dostu, anası, babasi... Dönüp arada bir geriye gizliden baktığı birileri. Mesela ben bir dost kaybetmiştim bir rica nedeniyle zaten sevmem ricalari da bu yüzden sonradan düşündüm belki de kaybedilmişti zaten birçok şey o ricadan da önce. 

Hayat hakkında konuşmanın pek bir yarari yok teorik değil çünkü.  Benim şimdiye kadar tatbik ettiğim hayat hep pratikten yana. Acıyı da,  aşkı da,  hüznü de,  tutkuyu da,  korkuyu da hep hesapsizca tattim. Belki sadece bana özeldir belki de benim kendime acıma şeklimdir bu kimbilir.. 

Uzun süre sonra yazmak istedim, ama yazmak istediğim gibi bir yazi olmadi diyeceklerim çoğalmış hepsinden bir parca koyunca yamalı bohcaya döndü.  Yamalı mamali bohça bohcadir öyle diyelim... Kalin sağlıcakla 

22 Mart 2015 Pazar

Mont Blanc Carrera

 



Konuklar dolma kalemlerin neredeyse hayatın vazgeçilmezlerinden olduğu dönemlerde Mont Blanc’in Porsche ile yaptığı anlaşma ve “Carrera” onuruna ürettiği/ürettirdiği (bazı kaynaklarda kalemin Mutschler tarafından üretildiği söyleniyor*) öğrenci kalemi, Noodler's Habanero ve Oxford zımbalı defteri




.
 Mont Blanc Carrera, 1970’ lerde üretilmeye başlandı ve 9 yıl boyuncada üretildi. Plastik gövdesi ve metal kapağı ile aslında çok sıradan özelliklere sahip bir kalem olsa da renkli gövdeler ve klipsin tasarımı ile hareketlenmiş bir model (sonraları metal gövdesi de üretildi). Piyasada hem piston hem de kartuş dolum sistemli modelleri mevcut. İki türde üretim sanırım M.B.’nin  o dönem benimsediği bir politika. Benim elimdekinin dolumu Avrupa tipi kartuş/konverter ile yapılmakta ve yarı gizli esnek olmayan çelik  OB uca sahip, boyutları ve ağırlığı  ile eli hiç yormayan bir yapısı var




Biraz uyum günümde olmalıyım ki kaleme Habanero mürekkep çektim. Noodler’s sahip olduğu
renklerle cezbetse de alkol oranından dolayı hep bir korkuyla kullanmamıza neden oluyor. En azından benim için böyle.
    Habanero, biraz sarıya kaçan bir turuncu, orta akıcılıkta ve kuruma süresi (80 gsm fotokopi
kağıdında 3 sn, Rhodia’da 8 sn) ile beğendiğim bir mürekkep. Suya karşı dimdik duramasa da pek
yıkıldığı söylenemez.

    Defter, Oxford'un zımbalı A4 boyutunda not defteri. Sayfalar perforajlı ve kenarları
dosyalanabilmek için delinmiş. Kareli ve çizgili versiyonları mevcut. Aynı zamanda sayfa başlığı,
konu-tarih için sayfa başları tablolanmış halde. Rhodia’ lara karşı gayet güzel bir alternatif.












 Saygılarımla.
R.H.(11/03/2015)



P.S. Carrera ile vedalaşmadan hazırladığım bir yazıdır.

* Aynı söylem  Noblesse için de bulunmakta.

2 Eylül 2014 Salı

katil olacak psikopatın ayağına giden maktul

başım önde yürüyordum, usuldan yağmur çiseliyormuş farketmedim, sahilde dalgaları izliyordum, belli belirsiz balıkların hareketini.. gözlerim bakıyordu bariz ama aklım sanki o an o dalgalarla salınıyordu. öylece bir kaç saat durmuş olmalıyım ki dizlerimin sızladığını ve belimin ağrıdığını farkettim. Gitme zamanı gelmişti ama o kadar hissizdim ki o kadar acınası ve o kadar zavallı gitmeye gücüm yoktu, dahası bakışlarımı bile çevirecek gücüm yoktu. Bir elin omzuma dokunduğunu hissettim, normalde irkilmeliydim, belki çığlık atmalı, belki de kendimi savunmalıydım ama bunların hiç birini yapacak gücüm yoktu, defalarca tecavüze uğradığı için artık sadece ölmeyi bekleyen kadının kabullenmişliği vardı üzerimde. Elin baskısı daha da arttı, sıcaklığı da... Buzlarımın çözüldüğünü hissettim, sanki boş bir yakıt deposuna benzin doldurmuşlardı, damarlarıma kan gelmişti, önce bakışlarım yere düştü sonra toplandım başımı çevirdim. Yer yer sarı genel olarak beyaz bıyıkları, uzamış sakalları ve bir kaç eksik dişiyle yanımda benden bir yirmi cm kısa bir adam gördüm. üzerinde koyu renk bir yağmurluk vardı elinde sarılmış bir cigara.. nedense eline kitlenmişim;
"Bayburt tütünü yeğenim" dedi. Cevap veremedim, tabakasını çıkardı "al" dedi, elime uzattı. İstemsizce elimi uzattım belki vücuduma enerji gelmişti ama hala beynimle bedenim arasındaki iletişim sağlıklı değildi, tabakayı elime aldım, inceledim geri verdim. "Güzelmiş" diyebildim
Yaşlı adam bir kahkaha patlattı, "İçmiyorsun herhalde" dedi, yok manasında başımı salladım
"Kadın meselesi mi" dedi, cevap vermek gelmedi içimden, sanki intihar eşiğindeydim, köprü üzerinden kendimi bırakmakla bırakmamak arasında gidip geliyordum da bu adam ikna etmeye gelmişti de, bu sefer ikna olmakla olmamak arasında gidip gelmeye başlamıştım gibi karışık hisler içindeydim
"Tüm kadınlar gider yeğenim" dedi
şöyle okkalı bir küfür savursam, "sen ne bileceksin be adam" desem "zaten asalaksın, toplumun sırtındaki üretmeyen beleşe yaşayan bir asalaksın, hatta mikropsun" desem falan diye düşündüm böyle alkolik aforizmacı haller.. kesin çalışmayan, oradan buradan bulduğunu yiyen, dilenen bir adamdı, belki de bir lira vermedi diye birilerin öldüren tiplerden... Kim bilir.
"Tüm kadınlar gider yiğenim, gitmeyenleri de biz göndeririz, belki de yanlış dedim her kadın gönderilir yiğenim.."dedi, sustu
.
Az önceki gereksiz ve de sessiz atarım dinmiş hatta ilgimi çekmişti, belki de bu adam şu son zamanlarda dizi ve filmlerde oldukça klişe haline gelen o bilge balıkçıydı ve belki de benim bu yaşlı adamdan öğreneceklerim vardı o da kişisel gelişim kitaplarının klişesiydi ne dersiniz belki de burdan inanılmaz bir fikir sahibi olarak ya da  muhteşem bir pozitiflik kazanmış olarak ayrılacak ve önümüzdeki iki sene içinde milyonlarca dolarlık servet yapacaktım  ya da işler istediğim gibi gitmeyecekti, bu adam benden içki parası isteyecek ben de yok diyecektim, kim bilir daha önce kimlerin kanını taşıyan cebindeki paslı bıçağı çıkartıp kalbime saplayacak ve oracıkta hemen ölecektim, belki hemen ölmez ambülans beklerken kan kaybından ölürdüm, belki de ölmezdim oradan tesadüfen bir doktor geçerdi kurtarırdı beni,yani tamamen sarı sayfalara çıkacak türden bir hikaye olurdum.

Tüm bu beyin fırtınamın  içinde "Islanmışsın" dedi, çözülmüş ellerimle üzerimi yokladım evet gerçekten ıslanmıştım, belki de yeterince ıslanmamıştım ama kibarlık olsun diye çabuk ikna oldum. "Evet ıslanmışım " dedim
Yaşlı adam bir kahkaha da koyuverdi "Amma da tuhaf bir adamsın delikanlı" dedi, kahkasına mı bozulsam, yağmurda ıslandığım gibi bariz bir çıkarımı yapmasına mı bozulsam yoksa benim hakkımda yargı oluşturmasına mı bozulsam bilemedim.
Zaten hayatta pek bildiğim şey yoktu, genel olarak bildiklerim kitapta yazanlardı aslında onlar da kitapta yazdığı için pek bilmezdim işte hayatım tam olarak böyleydi, bildiğimle bilmediğim arasındaki çoklu kanallar vardı..

"Gel!" dedi yaşlı adam, koyun gibi onu izledim, 4-5 mt ilerdeki küçük kayıkla tekne arasındaki deniz taşıtına çevik bir hamleyle çıkıverdi, elini bana doğru uzatıp "hadi gel bakalım" dedi bende tekrar bir koyun gibi elini yakalayıp tekne diye nitelendirdiğim taşıta çıktım, adam ardını dönüp aşağı indi, bu kadar küçük bir teknenin aşağısında ne olabilirdi ki? Belki de bir balta, belki de bir silah... Aman Allahım ben ne yapmıştım, hiç tanımadığım ve benimle paylaşacak bir şeyi olmayan bir adamın teknesine binmiştim, şimdi motoru  çalıştırıp gitse, cebindeki kör bıçağı kalbime saplayıp beni denize atsa kim bulabilirdi beni, bu sefer yüzerek geçen bir doktor da bulamayacağıma emindim.
Telaşlandım, nabzım hızlandı, terlemeye başladım hem de bunlar on saniyede olmuştu. Tam kendimi kaybetme aşamasındaydım ki, "Al bakalım delikanlı" sesiyle irkildim yaşlı adamın. Bir kazak ve bir yağmurluk.. Utanmıştım kendimden gayet de bir kazak ve bir yağmurluktu bu, silah ya da o paslı çakı değildi. aklım tozlu,eski bir pistde gençliğinden kalma hareketlerle vals yapıyordu adeta, "Haydi ıslanma daha fazla" sözüyle dansım yarıda kesildi, müzik sustu ve sahne kapandı. Ben ne yaptım dersiniz? Tabii ki kuzu gibi gittim o kazağı ve yağmurluğu üzerime giydim.
"Hah şöyle" dedi bilge adam, sustum hayatımın aydınlanacağı bilgileri vermesini bekliyordum. ama bir bilgi vermedi, usulca ipi çözdü, motoru çalıştırdı, pam pam pam gitmeye başladık, kenardaki sandıktan bir şeyler aramaya başladı, işte nihayet işim bitmişti ,, bu kıyafetler sadece göz boyamak güvenimi kazanmak içindi işte, nasıl da görememiştim bunu, işte bazen demek ki insanın basireti böyle bağlanıyordu, artık kaderime razıydım sadece oradan yüzerek geçen bir doktor için dua etmeye başladım ki çaresizliği oldukça iyi yansıtıyordu bu halim. Bilge balıkçı tam da tahmin ettiğim gibi bir bıçak çıkardı, o an kanım çekildi işte, buz gibi oldum bembeyaz... Birden aklıma Stoya geldi, işte öyle bir beyazlık. Balıkçı tuhaf hallerimi gözlemliyordu, yüzündeki ufak tebessümü yakaladım, işte nasılda soğukkanlı bir katildi, hiç bir zahmete girmesine gerek kalmadan ayağına kadar gitmiştim, "iyi olacak hastanın, hekim ayağına gelir" derler ya herhalde bende katil olacak psikopatın ayağına giden maktuldüm.Bilge balıkçı sandıktan oltaya benzer bir şey daha çıkarttı, bıçakla iğnelerine benim pek de anlayamadığım bir şeyler yaptı, kenardaki yemlerden takıp elime verdi, öyle garip garip bakmama şaşırıp "Hiç mi balık tutmadın yahu?" dedi biraz sertçe
"Şey.. Ben beklemiyordum" diye kekeledim
"Neyi beklemiyordun"dedi "Ulan zaten hayatta neyi bekliyoruz ki, ya da beklediğimiz ne oluyor ki" dedi biraz sitemkar, sanırım aydınlanmaya başlıyordum, ama benim aydınlanma için beklediğim cevaplardı, sorular değildi ama durun bir dakika soru sorarak felsefik boyuta geçiş yapmak Socrates'ın tarzı değil miydi belki de bu bilge balıkçıda aynı ekolden geliyorlardı, saçmalama ya dedim binlerce yıl önce gelen adamla bu dayı nasıl aynı ekolden olabilir, 5. yeniciler mi sanki bunlar dedim içimden. Elimden aldığı oltayı bir iki yerini düzeltip denize saldı,"Herhalde balık gelse onu bari anlarsın de mi" diye sordu alaycı bir üslüpla, bozulmalıydım ama artık yelkenlerimi suya indirmiş kendimi bu 5. yeninin en önemli temsilcilerinden bilge balıkçı dayıya bırakmıştım, belki de denizden yüze yüze Socrates gelirdi ona bırakırdım ama boğazın bu keşmekeş trafiğinde böyle bir şeyin mümkün olması pek de olası değil gibi duruyordu.
"Eee Anlat bakalım, iki buçuk saattir denize bakıp da ne görmeyi bekledin" düye sordu,
"iki buçuk saat mi, o kadar oldu mu ya" diye hayıflandım
Yine kahkahayı patlattı benim dayı, "yahu sen çok yaşa" dedi, gülmeye devam ederek. Alaycılık aslında öğrenme sisteminde önemli bir stratejiydi, ve ustamın bunu böyle ustaca gizli bir silah gibi kullanmasını izlemek hoşuma gitmişti, belki de bu kadar kolay fark edebildiğime göre gizli bir silah değil aleni bir alaydı ama olsun, daha hamdım, yanmam gerekiyordu.

Sonra nedense sorusu geldi aklıma, "Pek bir şey beklemiyordum aslında" dedim, "Sen de hiç beklemiyorsun, denizin dibini görmeyi beklemiyorsun, balık tutmayı beklemiyorsun peki ne bekliyosun be güzel kardeşim, aslında hepsi bu kadar beklenti içine girmiş oluğundan belki de" dedi. Tam anlamasam da sanırım aslında beklenti içine girdiğimden hep beklemediğim sonucu oluşuyordu, yani bir şey beklemiyor olmak sonucunu oluşturabilmek için önce beklemek gerekliydi ve aslında haklıydı ustam, hiç bir şey beklemediğimi düşünürken aslında hep bir beklenti içindeydim. ve bu aydınlanmamla beraber oltamın kımıldadığını hissettim, sevinçle bağırdım" bir şey geldi, bir şey geldi" diye
"Sakin ol evlat" dedi ustam,"topla şimdi yavaşça, gerginlik arttıkça hafif sal,havasını alır gibi sonra tekrar topla" dedi. Nasılda sanatsal anlatıyordu, basit , yalın ve anlam dolu, işte halk için yapılan sanattı bu, ve bu balık benim aydınlanmın ilk ödülüydü. dediklerini yaptım ve denizin gümüşlüğünü 3-4 cmlik ne olduğunu bilmediğim bir balıkla yardım. Aslında balık yemek güzel bir işti, tutmak da ama öldürmek o kadar da güzel değildi sanki, Bilge ustam balığı raftan alır gibi oltadan kurtardı geri denize saldı, her ne kadar öldürmek güzel olmasa da o benim ilk tuttuğum balıktı, ve ustam onu alıp denize atmıştı, kızdığımı anlamış olacak ki "yaramaz" dedi, "daha çok küçük yaramaz, bize daha büyüğü lazım ki deniz vermeye devam etsin" dedi, sanırım bu noktada fedakarlıktan bahsetmişti ustam, almak için vermek daha büyük almak için küçükleri vermek gerekiyordu, ama işte vermeyi nasıl becerecektim asıl sorun buydu, ustamın oltamdan balığı çekip alması aslında için oldukça kolay bir verme işlemi olmuştu bu da sanırım başka bir aydınlanmaydı..
"Sana kadınlar hakkında çok şeyler anlatırım ama şiir oku sen yine de" dedi, "okuyor musun" diye sordu sonra da, evet dedim İstanbul üniv.." Hehehe, yahu onu demiyorum, şiir okuyor musun?" dedi
"Ha, evet!" dedim arada okurum. "Arada okuma, çokça oku" dedi ve ekledi "Zaten ne kaybettiysek okumadığımızdan kaybettik..."


Devamını belki sonra yazarım belki de hiç yazman bilge balıkçı dayı anlatır bir yerlerden gelip..





Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...














22 Ağustos 2014 Cuma

Tabi lan manyak mısın..


Bugün cuma; "hayırlı cumalar" kalıbından sıyrılabilen nadir cumalardan, ya da başbakanın bu cuma açıklayacağım dediği kabataş görüntüleri gibi gizemli ve sarı kağıtlardan  tarih kokan bir cuma..

az önce yemek yedim, karnım tok, küresel ısınma sağ olsun sırtım pek, hatta pek çok  pek.. kahvemi içtim belki renkli gözlü o güzel kızın üzerindeki büyük kazağından minicik sarkan iki eliyle tuttuğu kahve fincanı tadında değildi ama kahveydi sonuçta, su bardağına doldurulmuş sütlü köpüklü türk kahvesiydi.. kokusunda davet mi vardı, sanmam hatta bana biraz yanık kokar gibi geldi, biraz boş vermişlik belki biraz da eskilerden kalma bir sevinç...

bu gün cuma, ofisteki son hafta içi, ofis dediğime bakmayın sanayideki dükkanın ikinci katı, belki sanayideki dükkanın ikinci katında fena da yazmıyor eşşoğlusu deyip türk filmi kıvamına getirebiliriz,sonra karşıma zengin bir yayıncı çıkar kimbilir :) ama ofis deyince kendimi daha iyi hissediyorsam demek ki..

usulca bir playlist açtım,17 yaşındaki papatyayı adalara gönderip istanbulda sonbahar yaşattım kendimle iki yabancı.. bu aralar yazdıklarım sitemkar, aşk acısı değil bu(asıl ahmaklık bunu aşk acısı sanmak; oysaki...), işid'in vahşeti de değil, inanın yezidilere üzüldüm ama o da değil.. içimdeki kocaman bir boşluk bu... hani kocaman bir öküzün gelip oturup kuyruğunu bir sağa bir sola savuracağı kadar büyük bir boşluk.

mesela: yapamadıklarım, belkide mesele yarım bıraktıklarım, kabın hep boş yanını mı görmeyi öğretti bana? başaranların aslında vazgeçmeyenler olması gibiydi, ya da umumi klozeti peçeteyle bin bir uğraşla dokunmadan açmaya çalışmak yerine ayağınla açmayı akıl edebilmeken geçiyordu bazı ayrıntılar. usulca saçlarımın okşanmasının gerekliliği gibi..

kim bilir, kendimin peşini ne zaman bırakırım, ne zaman kalbimi karanlık odadan çıkartırım kim bilir? Düşlerim imkansız gelmez, kendime gülüp geçmem, üzüntümü içime atmam,ertesi gün sevişmek için uyuyamam o gece, saçlarımı her gün tararım kim bilir? Kaçmam kendimden hiç peşimi bırakmayan kim bilir.. tokat gibi çarpınca yüzüme ağlarım ama hırsımdan değil, nedenini bilemeden, nefes alamadan boğulma arifesinde, belki acındırmak için kendimi belki de kaybetme korkusu sadece kim bilir...

Geçen bir dostum, "eşşekler gibi aşık olasım var" dedi, baktım gülümsedim ve inşalla dedim, ulan dünyada kaç kişi istiyor bunu biliyor musun sen? ama onun yerine benim gibi sanayideki orta büyüklükteki bir dükkanın ikinci katındaki ofis!inde akşama kadar hayatından çalan, sadece ay sonunda faturalarını düzenli ödemeyi amaç haline getiren,ortalama yaşam süresi atmış yıl olan bir ülkede otuzuna gelmesine rağmen hala annesinin babasının sözünü dinleyen, elinde hiç bir şey olmamasına rağmen özgür olamayan kaç kişi var biliyor musun sen?
sonra:
-"eşşekler gibi aşık olasım var"
-tabii lan manyak mısın



Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...

19 Ağustos 2014 Salı

Üç uçuş bir Grev bir yolcu



Aktarma için havalimanında bol beklemeli yorucu bir uçuştu, nihayet son aktarmamı yapıp evime atacaktım kendimi.
Tabii bir süre dünyadan kopuk yaşayan ben pilotların ve hatta çalışanların grevinden bihaberdim.Biraz geç oldu öğrenmem , hiç görmediğim kadar bir kalabalık vardı etrafta bir an gözüme havuz problemi gibi göründü sanki onlarca musluk dolduruyor birkaç tanesi de boşaltmaya çalışıyordu, boşalmıyor doluyor hatta taşmak üzereydi.Kafam tren rayının çınlaması gibi inceden titreyerek zonkluyor üstüne inanılmaz bir kirlenmişlik psikolojisi ile huysuzlasşmaya başlamıştım. Bi yanımda bilmem ne gıda konferansından gelen katılımcılar, akademisyenler (hepsinin çok tatlı bez çantaları vardı J) , bir tarafımda telefonu sarka takmak için bekleyen gençler ve her yanımda avazı çıktığınca ağlaşan çocuklar; acep rüyamıydı ?
Birden üzerine yaslandığım klarneti hatırladım, neden olmasın ki ? Metro çıkışında denemişliğim vardı, yüzüme aptal bir gülümsemenin eminliği ile hemencecik topladım klarneti. Bir iki nota denemesinden sonra çalabildiğim üç şarkıdan ilkine başlamıştım, sanırım bütün salon bana bakıyordu aldırmadandevam ettim,zaten üfleyebildiğim hepi topu 3-4 şarkı vardı durmak olurmuydu ?Sonradan tanıştığımız doçent kafasını notlarından kaldırarak bana anlam vermeye çalışan bir ifadeye tezat oluşturacak şekilde  elindeki kalemi notlarına vurarak tempo tutuyordu –sanırım istemsizce yapıyordu- , ama hiçbiri beni ağlamayı kesen çocuklar kadar mutlu etmemişti o an.Hatta güvenliği sağlamak için orada bulunan memurun da benim gibi düşündüğüne eminim, yoksa koşar adımlarla bana gelmeye çalışırken etraftaki sessizliği farkedip durmasının başka bir açıklaması olabilirmiydi?Nihayet üfleyebildiğim şarkılar bitmişti sanki saatlerdir konser vermişim gibi klarneti temizlemeye başlamıştım, bu hareketim üzüntüyle karşılansa da gelen uçuş anonsunun sevinci ile çok sürmedi



11 Ağustos 2014 Pazartesi

fitch raporu ve kobiliğe geçiş süreci


küçük esnaftım, kendi halimde..
planım yoktu, kapatırdım dükkanı giderdim, sabah istediğim saatte açıp istediğim zaman kapatırdım.
dükkanım da seyyar kah orada kah burada...

sonra sen çıktın karşıma, atılım gördüm, dinamizm, işleyiş, mekanizma,enerji gibi gördüm seni.
belkide bankanın cezbederek verdiği krediydin bilemedim çok,

kobi olduk seninle, şimdi saatlerim var, sorumluluklarım var, belki büyüyorum ama büyümeyi istedim mi ki ben,

işçinin derdi bir yandan, işleyişin derdi bir yandan, belgeler bir yandan, kontroller bir yandan, raporlar bir yandan, ve gereklilikler, zorunluluklar dört bir yandan...

ama şimdi bana dair ne var biliyor musun
belki de "haberin yoooook ben ölüyorum"..



Başarı



Başarı.

Bir çok şey gibi başarıda da henüz aklımız ermeğe başlarken başlıyoruz kıstaslarımızı belirlemeğe . Bak onun ayakkabısı daha güzel, bunun bisikletinin rengi daha güzel, şunun notları daha iyi diyerek başlıyoruz amaçlarımızı belirlemeğe. Tamda bunlarla büyüyüp bir kısmını aştıktan sonra yeni amaçlarla başarı kriterlerimizi oluşturuyoruz, daha güzel bir bilgisayar, daha hızlı bir araba, en yeni telefon.

Herkesin elbette ki bir amacı var,olmalı da zaten, başarı ise hep bu amaçlar doğrultusunda ölçülmüştür.Amacımıza ulaşabildiğimiz kadar başarılıyız ya sonuçta.Peki ama başarımızın kıstaslarını neye göre, nasıl belirlediğimizi hiç kendimize soruyor muyuz ? Amaçlarımız gerçekten bize mi hizmet edecek.Bu amaçlarımız sayesinde kimleri mutlu edeceğiz, üzeceğiz hiç düşünüyor muyuz?

Kendi adıma henüz amaçlarımı enine boyuna düşünmediğimi söyleyebilirim. Peki ama başarılı mıyım?

· Saatler, kalemler ve bilgisayarlar ile fazlası ile ilgiliyim. Ama halen muhteşem bir saatim, çok hızlı bir bilgisayarım ya da acaip pahallı bir kalem sahibi değilim.

· Öğrencilik hayatımı şöyle bir düşününce çokta fazla iyi notlara sahip olmadığımı görebiliyorum.

· Blok flüt dahil hiçbir müzik aleti çalamıyor/vuramıyor/üfleyemiyorum, hani zorlamasam okul sıralarında arkadaşlarla şarkı söylerken masaya vurup ritim bile tutamayacak kadar kötüyüm.Sesim en fazla 2 dakika dinlenebilecek kadar iyi.**

· Spor konusunda basketbol ve hentbol de fena sayılmam.

· Resim konusunda harikalar yaratabiliyorum(!), son denememde yaptığım resim görülmeye değer.

Ama halen, kimseyi umursamadan sokakta ya da alış-veriş merkezinde şarkı söylüyorum – kimseyi rahatsız etmeden :)-.

Saatler, kalemler, bilgisayarlar için zamanımı harcayabiliyorum ( kalem incelemek için yüzlerce kilometre yol gittiğimi hatırlıyorum).Sonuçta mutlu oluyordum.

Çok rahat bir yapım var hiç umursamam kimin hakkımda ne konuşacağını o an zıplamak istiyorsa canım sokağın ortasında herkesin önünde zıplarım bununla yetinmez ağaçların dallarını yakalamaya çalışırım, merdivenlerden kayarak iner, kollarımı kazağın içine çeker öyle gezerim.Kısacası hiçbir zaman öle kendini beğenmiş “Taşlı Yüzük” rolüne girip de aman taşlarım dökülecek diye endişelenmedim.

Çoğu zaman böyle rahat davranmam çevreden “kendini beğenmiş ne olacak, aman kendini bir şey sanıyor” gibi tepkiler almama neden olsa da umursamadım, sonuçta ailem ve sevdiklerim dışında kaybedecek neyim var ki ?

Başarım konusunda ise Ralph Walde Emerson’a göre;
“BASARI ;

Sık sık gülmek ve çok sevmektir;
Akılli insanlarin saygisini ve çocuklarin sevgisini kazanmaktir;
Dürüst elestirmenlerin onayini almak; sahte dostlarin arkadan vurmalarina dayanmaktir;
Güzeli sevmektir;
Herkesteki en iyiyi bulmaktir;
Karsilik beklemeyi hiç düsünmeden kendiliginden vermektir;
Geride ister saglikli bir çocuk, ister kurtarilmiş; bir ruh, ister bir parça yesil bahçe, ister iyilestirilen bir sosyal durum bırakarak dünyanın iyilesmesine katkida bulunmaktir;
Gönlünce eglenmek ve gülmek; Kendinden geçerek sarki söylemektir;
Tek bir kisi bile olsa, birinin sizin varliginizdan ötürü daha rahat nefes aldigini bilmektir.
iste bu basarili olmaktır...”Bu arada belirtmekte fayda var ki bazı kaynaklar bu alıntının Emersona ait olmadığını söyler.Burdan

Kimin olduğu benim için önemli değil ama kendime kıstas olarak bunları alacağımdan cevabım Evet BAŞARILIYIM!

Bilmem sizler ne kadar dikkate alırsınız ama size 3 önerim var


* Amaçlarınızı iyi seçin.
* Gerçekten de kaybedeceklerinizi iyi düşünün.Kaybetme korkusu ile kendinizi kısıtladıklarınız, gerçekten kaybedilmemeli mi?Çevrenizdeki duvarların çoğunu siz örüyorsunuz.
* Ufak şeyler ile mutlu olmayı bilin.


Mutlu kalın...

Bundan dört yıl önce yazılmış bir yazı.
** Artık biraz olsun Klarnet Üfleyebiliyorum

4 Ağustos 2014 Pazartesi

at çiftliği sahibi olmanın öncesinde yaşanan kırılma

Bugün biraz sorguladım
mesela; neden çalıştığımı
ya da
neden bir at çiftliğimin olmadığını
kendimi sorguladım usulca gücendirmeden
çünkü bu hayatta kimseyi gücendirmemek gerek kendin olsan bile..

Bugün pazartesi
içimde yine kalem tutkusu
bakma sen benim kalem tutkum kalem kutusuna girmez, toprağa çizittirdiğin çomaktır
ve aslında düşlerimdir kalem kutusu

bir türlü bitiremediğim kitabım geldi sonra aklıma
içindeki karakterleri sorguladım
muhammed efendi, baran, nazlı
usulca izledim
olayların nazikçe akışını
sonra uğraşmam gereken bir küçük duşakabin meselesi
uzak ülkelerdeki küçük bir tren garı sanki beynim
aklıma gelenler var ve aklımdan gidenler silsilesi

yarım bırakan insanları sevmeyin ki genelde seversiniz sizi yarım bırakışını
size zarar verişine hayran olup

uyak kaygısı taşıdım nedense, doğal olarak doğallığını bozdu
sıradan bir gün gibi
kendimi nasıl değiştirdiysem ilk tanışmada yapmacık bir kibarlıkla
kibar bir yazı oldu bu da
tanışalım..

size şunu sevin bunu sevmeyin diyemem
zaman geçiyor
taktırmam gereken bir de lavabo var
son bir oda kaldı boyamam lazım
lila düşündüm ne dersiniz
belki de elimde sadece beyaz vardı bir de mor

lila olmaz mı dediniz?
sizi dinler gibi yaptım
bugün lanet olası bir pazartesi

Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Her Merhaba Bir Elveda "Good Bye..."

Daha otoparka inerken başladım mırıldanmaya Imagine'i arabaya uzanıp bir an önce radyoyu açmak içinde olabildiğince hızlandım.Bu sefer tutacak sanarken radyo-şarkı falım Jacques Brel çalıyordu, neyseki artık bol bol fal tutacak zamanım var henüz vermiştim istifamı, istediğim iş bu değildi hem bu da falımda çıkmıştı.Menzilahırdaki soğuk terler döktüğüm o çadırı,falcıyı nasıl çıkarabilirim ki aklımdan?Ya mahallenin çocuklarına "Burada falcı var mı ?" diye sorduğumda önce yüzüme aptal aptal bakıp sonra  alay etmelerini? Neyse ki iyice eğlendikten sonra falcıya götürmüşlerdi. Gittiklerimden pek bir farklıydı, süslemeleri bile yarına ait gibiydi; sanki konuşmanın ortasında başka bir yere gidip geliyor gibiydi, gayet tabii rol yapıyor olabilirdi lakin bunca yıllık tecrübemle rahatça anlayabilirdim hem kitapları da beni doğruluyordu.Ne demişti? "Abe şaşkaloz ne demeye sorarsın falcıyı, bilmezmisin darbukayı çalar,çiçeği satar, en olmadı fal bakar sipalimizi alırız, uzat elini.Ne demeye çalışırsın sen daha çıkıp oynasana maalede, hem şurda kalmış on günün, gacıyı da kaçırmışsın.Halen kulağımda çınlıyor sesinin tonu bile, orada karar verdim zaten işten ayrılmaya istediğim iş değildi bir kere.Kendime ayracam artık pazartesileri, salıları da. Bu haftasonu şu bulaşıklara el atam birikmişlerdi, kitaplar da .Bence her ikisi de aynı okunmamış kitaplar açlığımı tasvir eder, yıkanmamış tabaklar tokluğumu.
Nicedir açım kitaplara az da olsa gidermek için fırsatım var, sahafları da geziveririm hem bu hafta severim sahafları; içerideki koku mu yoksa tarihe tanıklık eden satıcılarla muhabbeti mi daha çok cezbediyor bilemiyorum.Güzel kitaplar denk gelse de kapak güzeli nadir alırdım, biraz makyaj isterlerdi genelde.Bunu da kimseye yaptırmaz, bulaşıkların aksine sabırla ilgilenirim kendileri ile gerekirse her sayfasını koparır baştan formalar,ciltlerim.10 yaşındaydım ustam beni matbaadan bastırdığı fatura cildini almaya yolladığında, üzerinden iki saat geçmiş meraklanıp ardımdan gelmiş beni makineye dalmış görünce hemen matbaa sahibi ile konuşmuş orda işe başlamamı sağlamıştı, ilk transferim diyorum ben buna. Orada öğrenmişti zaten çiçekler gibi kitaplarında konuşmaya ihtiyacı olduğunu.
Yine tutmadı be şarkı ben "Hello"'yu mırıldanırken "Good Bye"'in çıkması tam ters köşe dedikleri bu olsa, ah be abi ne yaptın sen öyle durulur mu yolun ortasında...

14 Temmuz 2014 Pazartesi

eşitsizlik denkleminin eşit çıkan yanı


       Ailenin seni ne zaman arayacağını bilirsin, ne zaman aramayacağını da… Telefonu açınca sana nasıl hitap edeceğini bilirsin, sesinin tonundan sana söyleyecekleri tahmin edebilirsin. Telefonu kapattıktan sonra aklında bin türlü felaket senaryosuyla evin yolunu tutmak zorunda kalmışsan muhtemelen, ailenden biri seni daha önce hiç aramadığı bir saatte aramış, telefonu açınca sana bambaşka hitap etmiştir, o sana demeden sen çoktan anlamışsındır durumun başlangıcını ama sonuçlarını kafanda kura kura ilk araçla gidersin yanlarına.
     Gittiğin yer yalnızlıklarla dolu bir hastane bahçesiyse eğer, muhtemelen orada ne yapacağını bilemeyen aile fertleriyle de karşılaşırsın, sarılırsınız, destek vermek istercesine… Duyup gelenlere karşı metin olmak zorundasınızdır, onlara teşekkür etmek, ve karşılıklı sessizleşmek.. bir  çok zorundalık vardır ömür tüketircesine…
   Bina içine almak istemezler çünkü acilen çağrıldıysanız muhtemelen  ya acile ya yoğun bakıma çağrılmışsınızdır ve ya Allah göstermesin morga… Yoğun duygular içinde acilen gelip, elinden hiçbir şeyin gelmemesi. Sonra bina içine girmeye çalışma çabası, son kez görmek için ama o görüşün son kez olmamasını isteyerek…
    Bir haber almak için veremeyeceğiniz şey yoktur, iyi bir haber almak içinse veremeyeceğinizden daha fazlasını verecek hale gelirsiniz. Dağ gibi babanız küçülür, omuzları düşer, elinde mendil ve gözlerinde korkuyla çöker kalır… Siz büyürsünüz daha da küçülerek...
    Yanına girdiğiniz an gözleriniz başlar, sanki böyle olmak zorundaymışçasına, kalp atışlarınız hızlanır, korkularınız artar ve bir sürü salakça şey düşünürsünüz. Ama sedyede annenizin yattığı gerçeği kurşun gibi düşer yüreğinize, yanı başında kardeşiniz… Kardeşinizin boş bakışları, kızarmış gözleri, ellerinde titremeler ve korkuları ve kardeşiniz, işte o sedyenin başında bunlar geçer. Elini tutarsınız annenizin, saçını okşarsınız tıpkı size yaptığı gibi bir zamanlar, kadere kin kusup, konuşmaya çalışırsınız onunla. Sessizce ağlamaya çalışırsınız duymasın diye,  duyup da üzülmesin diye, gizliden gizliden…
    Doktorlar gelir gider, hemşireler, hasta bakıcılar hepsinden hayırlı bir haber beklersiniz, dini inançlarını kuvvetlenir, cömertleşirsiniz, korkularınız azalır ama aynı zamanda deli gibi de korkarsınız, cesaretiniz artar dizlerinizin bağı çözülürken. Bu durumun tarifi yoktur, insanın kendi kaosu böyle bir şey sanırım, her taraf eşitlenirken her şey farklı, be hiçbir şey birbirine eşit olmadan.
     Kardeşinize sarılmak en korkuncudur işte bu denklemler deryasında, her sonuca açık bir durumda kardeşinize sarılıyorsanız aslında hazırlanıyorsunuz demektir ya da belki de sadece korkuyorsunuz demektir ya da sadece ayakta duracak gücünüz kalmamış demektir, gördünüz mü hepsi nasıl da aynıyken aslında çok da farklı… İşte sedye başında beklemek böyledir. LSD kullanmak gibi, algılarınızın açıldığı, zamanın yavaşladığı, ve kendi küçük sefil dünyanıza yukarıdan bakabilme kudretine eriştiğiniz anlar…
      İyi haber gelene kadar, canınız çok yanar, kızarsınız dünyaya ve bir çok adalet temalı acımasız fikirler..
Ben iyi haberi aldığımdan beridir, sağlıkla ilgili klişe laflar ediyorum aslında ne kadar da doğru olduğuna dair, gerçekten de doğru diyorum, insan yaşayınca anlıyor, ve belki de anlamam gereken bir çok şeyi anlamadım, ya da çok şeyi anladım kim bilir? Bildiğim tek şey şu an annemi arayıp onu çok sevdiği söyleyebilecek kadar şanslı bir insanım ben her ne kadar takılan kalp pili yüzünden telefonla konuşamayacak olsa da…


Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...

4 Temmuz 2014 Cuma

Yabancı

Uzak bir yoldan geldiği her halinden belliydi, kısa adımlar atıyordu ürkekçe. Loş ışıklı kafenin önünden geçerken istemsizce gözünün vitrine takılışına tanık oldum. Böyle insanları hemen tanırdım. Bilmediği yerlere girmeyi sevmezdi, kendini savunmasız hissederdi. Bu hisleri sizi aldatmasın, bir ajan, polis, asker ya da üst düzey bir devlet görevlisi değildi, sadece sıradan bir korkak. Kapıyı güçsüzce açtı, kendisine çevrilen bakışlardan rahatsız olmak istercesine masalara tek tek baktı. İstediğini alamamştı, ona hoş geldin diyen biri de yoktu yüzünde bir düşme oldu, misafirperverlik beklediği apaçıktı. Ama tanırdım böyle şahısları biri hoşgeldin dese yine düşecekti yüzü, sululuktan hiç hoşlanmazdı çünkü böyle tipler. En köşedeki cam kenarı masalardan birine geçti, tam karşıma. Saatlerce beklemiş edasına geçmeden önce bir kaç saniye dik oturdu, beni ezemezsiniz güçlüyüm imajı vermeye çalıştı, mesajın alındığını düşündüğü an yavaşça kendini bıraktı. Omuzları küçüldü, sırtı eğildi ve bakışları yere doğru kaydı. Garsonun getirdiği menüye baktı ve tabii ki hiç bir şey beğenmedi, kolay değildi beğenmesi böyle tiplerin. Kusur yaratma konusunda çok başarılıydılar. Fiyat ve tahminine göre bir kalite karşılaştırması yaptı. En efektif ürünü seçmeliydi, çünkü genellikle tüm dünyanın onu kazıklamaya çalıştığını da düşünürdü canına kastetmedikleri zamanlar için. Siparişini verdi. Etraftakileri süzdü tek tek, göbekli bir kıza şişko dediğini duyar gibi oldum, uzun saçlı bir çocuğa burun kıvırdı, dövmeli birinden kendisini sakınması gerektiğini düşündü, neşeyle gülen bir kadına kötü gözlerle baktı, öpüşen bir çiftten de iğrendikten sonra sıra nihayet bana geldi. Önce yüzümü inceledi. Gözlerindeki o küçümseme ifadesinden oldukça rahatsız olmuştum ama bana öyle küçümseyici bakıyordu ki başka daha nerelerime böyle bakacak diye de merak etmekten alıkoyamıyordum kendimi. Burnumun uzunluğuna vurgu yaptı, bakışlarıyla nasıl yaptı hala anlamadım ama gerçekten o hissi vermekte çok başarılıydı. Biraz sakallarıma da baktı, sonra gıdıma en sonda şöyle bir cüsseme bakıp usulca kafasını çevirdi. Ama kafasını çevirene kadar ki yarattığı faşizm, gözlerinden okunan şişkoların ölmesine dair bir çok doktrin ve üç buçuk saat sürecek dram filmi havasıyla beni de göçertti. Telefonunu çıkardı, yalnız değilim diye bağırsa bu kadar veremezdi bu mesajı, amaçsızca menülerde gezdikten sonra kafasını kaldırıp bir kaç saniyeliğine beni tekrardan süzdü ve tekrar kafasını telefonuna gömdü.

Garson siparişini masaya bırakmıştı. Gelen siparişini inceledi. Tam da beklediği gibiydi. İşte burada da kazıkçı bir müessese ve tek derdi gelen müşterileri yolmak olan standart hizmete pahalı bir karşılık uygulayan allahsız bir yahudi; hatta allahsız kapitalist bir müslüman yahudisiydi bu. Şikayetlene şikayetlene gelen siparişini tükettikten sonra hesabı istedi. İsterken de gidip ödemekle masaya istemek arasında bir tereddüt yaşadığı belliydi. Ürünün fiyatını bildiğinden pratikçe kasaya ödemek daha avantajlıydı, ama ya tam kalktığı sırada münasebetsiz bir garson kendisinden hesabı ödemesini isterse, yanlış anlaşılmaktan pekte hoşlanmayan biri olduğu belliydi, böyle bir risk almak istemedi. Bu kadar yakın oturmanın da bir avantajıydı bu, hislerinden, tavırlarına kadar her halini rahatça gözlemliyordum. Bazen dışarrıdan geçen arabaların ışığı gözümü alıyordu, kontağımız kesiliyordu ama yinede dibimdedi işte. Garsonun hesabı getirme süresi uzadıkça kendisine sunulan hizmetten oluşan memnuniyetsizliği yüzüne vurmaya başladı. Yine parasıyla rezil oluyordu bu iş bilmezlere. Oysa her şey çok basitti, sipariş ürün hesap para ve para üstü işte bu kadar. Neden bunu anlamıyorlardı bu man kafalar. En sonunda! İşte gelmişti hesabı, usulca daha önceden hazırladığı parayı koydu. Böyle tipler her zaman parasını önceden hazırlar, hesap gelmeden, otobüse binmeden, alışveriş yapmadan, kısaca her zaman... Şimdi de bahşiş gerginliğine tutulmuştu. Üstünü bırakmalı mıydı, yoksa bu memnuniyetsizliğinin bir bedeli olarak bırakmamalı mıydı. Neden bırakacakmışım canım, hakettiler mi sanki halleriyle etrafı süzdü hesabın üstü olan bir kaç bozuk lirayı beklemeye başladı. Evet gelen bir kaç lira bozukluğu da cebine attı. Beraberce kalktık. Yanyana yürümeye başladık arada beni süzdüğünü farkedebiliyordum arada sanki bakışları tam burnumun ucuna geliyordu. Yine çıkarken insanlar hakkında bir kaç nefret içerikli paylaşımda bulundu. Kapıyı açtı, dışarı çıktık. Usulca boş sokakta izimizi kaybettirdik. Camdaki yansıma geçtikten sonra bir daha görememiştim zaten onu. Neyse canım görüp de ne yapacaktım hem böylelerinden here yerde bir doluydu.


Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...



bu aralar da kendimden kaçmaya çok ihtiyacım var

O zaman ben Lamy dolmakalemle ilk nasıl tanıştığımı anlatayım, seksenlerin sonu, doksanların başında çocuk olmak diye güzel bir tanımlama var ekşi sözlükte, evet ben de onlardan biriyim. Doksanları hatırlayanlar bilir, saat 6’ da kalkılırdı tüm aile fertleri uyurken tvler açılır, çizgi filmler seyredilirdi. Kimi evlerde siyah beyaz, kimi evlerde ise yeni yeni evlerimize girmiş renkli ekranlar; tabii ki kumandasız…
Saat biraz ilerleyince da sokağa çıkılırdı, arkadaşlarla misket, yakalamaç, yedi kiremit, istop gibi oyunlar oynanırdı, kız erkek beraber oynardık, taa ki ezan sesine kadar mahallelerde çocuk cıvıltıları olurdu. Telefonumuz yoktu genelde aşağıdan bağırarak iletişim kurardık, o gün evde daha eğlenceli vakit geçirme imkanı olanlar anneleri aracılığıyla hasta olduğunu söyletirdi.  Bunu arada ben de yapardım, çünkü eski bir siyasi suçlu olan dedem ki kendisi köy enstitüsü mezunudur, bana kitap okuma alışkanlığı aşılamıştı, belki de aşılamamıştı ama en azından imrendirmişti, heveslendirmişti. Böyle anlarda evden çıkmaz annemle beraber uzun kitap okuma serüvenlerine dalardık. Bu maceranın belki de bir kısmıydı dedem. Ne kadar etkisi var bilemiyorum, ama bana gerçekten yazma alışkanlığını veren dedemdir. Onun küçükken zoraki, bir gece ansızın gittiği yurtdışlarından yine bir sabah ansızın döndüğünde envai çeşit kalem, boya ve defterle geri dönerdi, hemen akabinde beraber yazar çizerdik, beni cesaretlendirici sözler söyler, yazdıklarımı tekrar tekrar okurdu.
Elinde hediyelerle kapımızı çalsın diye beklerdim hep. Daha zayıflamış bir beden ama daha sert bakan bakışlarla, daha yorulmuş ama daha çok iştahlanmış bir inançla dönerdi. Evimizi hatırlıyorum küçük bir çocukken her şey oyun gibi gelirdi bana ama annemin gözlerindeki kaygı ve özellikle anneannemi her seferinde daha da sessizleştiren, daha da yalnızlaştıran ve bu ölesiye endişe, bu karanlık hava günlerce sürerdi. Sever miydim sevmez miydim pek emin değilim o zamanları, evdeki kasvete karşılık, gelecek olan ganimetler gözüyle bakardım, benim işime gelirdi ama bir taraftan da çocuk yüreğim anneciğimi öyle üzgün görmeye dayanamazdı. Gelen ganimetlerle çok resim çizdim, hayatımda belki de bir tutku diye düşündüm, şiirler yazdım.. Şiir benim için uzakta bir mülteci kadın, gözleri buğulu elleri üşümüş, korkmuş biraz ve ölesiye yalnız, güvensiz… O yüzden hala yanımdadır ganimetlerden düşen kalemlerimin yavrusu… Resim ise metresim ne zaman kaçmak istesem kendimden ona giderim bir gece ve ya bir gündüz fark etmez.  İşte boyalarımın bir arkadaşı da resimlerim.
Dedemin en son gidişinden bir sene kadar geçmişti sanırım dokuz yaşlarındaydım, bedenim biraz daha büyümüş ama çocukluğum geçmemişti üzerimden, dedemi heyecanla yolcu etmeyi bekliyordum çünkü söz vermişti kendisinin kullandığı o güzel Lamy’lerden getirecekti bana da, o zamanlar hangi çocuk dolma kalem kullanıyordu ki, en güzel şiirleri o kalemle yazacaktım. Kalemdi işte o zamanlar şiirleri yazan çocuk aklıma göre.
Günler günleri kovalıyordu, o akşam dayılarımda bizdeydi evde bir şenlik havası, en güzel yemekler hazırlanmış büyük rakı çıkarılmıştı, herkes gülüp eğleniyordu. (Dedem rakıyı çay bardağıyla içerdi, bir müddet ben de öyle içtim genç yaşlarımda) birden birkaç el silah sesi duyuldu kapımız hızla çalındı, arada sırada gördüğüm bir tanıdık gelmişti genelde dedem gitmeden önce görürdüm. Geldi dedemin kulağına bir şeyler söyledi, dedemin yüzü beyazlaştı, gözleri seyirdi ama bakışındaki keskinlik değişmedi. Hızla ayağa kalktı, annennemi alnında öptü, beni kucağına aldı, birkaç kere öptü ‘buradakiler sana emanet’ dedi, ‘merak etme dedim’ ve en büyük dayımla hızla evden çıktı. Bu dediklerim 1 dakika içinde olmuştu, dışarıda kurşun sesleri siren seslerine karışıyordu karanlıkta gözden kayboldular.
Polis baskınları, evimizin dağılması küçük dayımın ve babamın gözaltında bir süre kalması ki ben onları gezmeye gittiler bildim, evde annemle anneannemin korkuyla endişeyle karışık o perişan halleri ve ne zaman dedem gitse eve bulaşan o fakirlik… Ama biliyordum ki güzel günler görecektik, renkli günlerJ ganimetler gelecekti o yüzden pek de takmıyordum ben…
Birkaç ay sonra kapımız çalındı bir sabah anlamıştım, dedem gelmişti. Koşarak kapıyı açtım. Büyük dayımı gördüm telaşlıydı biraz birinin koluna girmiş kapıda duruyorlardı öylece; kolunda zayıf, esmer, sakallı bir adam. İlk anda tanıyamadığım bu adam dedemdi maalesef, geçen süre zarfında neredeyse ikiye bölünecek kadar zayıflamış, saçları beyazlamış,birkaç kemiği kırılmış,gözleri çökmüş ama bakışlarındaki kararlılık değişmemişti. Dayım dedemi içeri soktu annemler geldi, bir feryat figan koptu. Dayım kızdı biraz gürültüden dolayı. Sonra dedemi yatağa yatırdılar. Dedem beni yanına çağırdı, mahçup bir edayla ‘bu sefer sana bir şey getiremedim’ dedi, ama cebinden o fildişi LAmy’sini çıkarttı ve ‘bunu al’ dedi; ‘bu benim ağzım, kulaklarım,burnum,dilim,hayatım dedi, artık senin canın,cananın,can yoldaşın olsun’ dedi. Hediye getirmediği için biraz bozulmuştum açıkçası, ama dedemin bana verdiği kalemde de gözüm vardı nicedir. Neyse sözü uzatmaya gerek yok takip eden ayın sonunda dedemi toprağa verdik, kırkı geçmeden de annannemi… Belki şimdi bilgisayarda yazıyorum dışımı ama içimde hep Lamy ne zaman kendim olsam ya da ne zaman kendimden kaçsam…

Anlattıklarımda gerçeklik payı olmasına rağmen bamteline çıkan satırlar kurgudur…

Dünyayı sadece cumartesi akşamı niyetiyle yaşayanlara...

3 Temmuz 2014 Perşembe

Diş Fırçası



Hiç sevmezdi boğuk havaları; değil içmek nefes almak bile istemezdi, ama şöyle hafiften esmeye başladı mıydı hemen buzluğun orada alır soluğu; -buzsuz olur mu? diyerek, hele ki bir de hafiften yağarsa aman sabahlar olmasın.
Böylesi bir geceydi maviydi de üstelik, pop müzik tadında bir maviydi gerçi ama olsun geçen gece ki sanat müziği maviliğini aratmazdı, mavi örtüyordu farkları.Diğerlerinin aksine siyahın değil mavinin kapatıcı gücüne inanırdı -fondöten gibi olduğuna- doğru mavi ile üstesinden gelemeyeceği yoktu, yeter ki numarayı şaşırmasın, bunun için mavi kadar yüzü de bilmek gerekir, yoksa nerden bilecen hangi mavinin gerektiğini, derdi. Uçuk maviden, lacivertine her tonunu ayrı severdi.Çok kızardı hep mavi gömlek giydiğini söyleyenlere, Camgöbeği ile Prusya bir olur mu yahu ? der geçerdi.
El yordamıyla buldu yine radyonun düğmesini, hafif hafif usulca çevirmeye başladı küçüklükten gelen alışkanlık 10Mhz’in üzerine çıkmazdı*, her gece olduğu gibi konuşma kanalı değil de güzel bir müzik kanalına denk gelmeyi umut ederek çeviriyordu düğmeyi. Dün şanslı saymıştı kendisini güzel bir Rum kanalına denk gelmiş sabaha kadar rebetikolarla mest olmuş, gece akıp gitmişti sanki ellerinin arasından, meze niyetine çalınıyordu sanki bütün şarkılar, rüzgar bütün o cızırtıları alıp saf müziği –duyguyu- bırakıyordu dışardan aralarında gizli bir anlaşma varmış gibi görünüyordu.
Aramaya ara verip hamağa hareket kazandırmak istediği sırada devirdi yerdeki içki kavanozunu**, unutuvermişti bir an oraya bıraktığını,  yere atsa bu kadar dağılır mıydı acep? Tuzla buz oluvermişti, böylesi bir gecede isteyeceği son şey eline süpürgeyi almaktı, ama eli mahkûm istemeye istemeye doğruldu, yıldız seyrine ara vererek. Bir an yıldızları suçlayıverdi neden bu kadar yakındılar ki bu gece, ya o Ay’a ne demeli nasıl bir Yeni Ay O öyle, böyle portakal rengi gibi Ay mı olurmuş? Bıraktığı frekansta  bir şeyler duyar gibi oldu belli belirsiz; sanki rüzgar bu gece konuşmaları, ezgileri alıp gürültüyü bırakıyormuş gibi hissetti, ne güzeldi oysa dün. Banyodan süpürgeyi almaya gittiğinde fark etti diş fırçasını, “O” gittiğinden beri oynatmamıştı yerinden, atamamıştı da. Oysa “O” öyle mi yapmıştı geldiği ilk gece bütün fazlalıkları atıverdi hiç kullanılmamışları bile, nasılsa artık buraya sürpriz misafirin gelmeyecek diyerek.



 *bozuk radyolarının – 10Mhz’e kadar dönerdi düğmesi- gece daha fazla kanal çektiğini keşfedince sadece geceleri açmaya başlamıştı ve her gece yeni bir kanal bulma hayaliyle çevirirdi dikatle.Çok sonraları dedesi anlatmıştı radyo frekanslarını,kısa dalgaları, kısa dalgaların uzun dalgalar gibi atmosferi geçemediklerini dünyada sıkışıp kaldıklarını o dağ senin bu ova benim seke seke gezdiklerini, kirlendiklerini –parazit- ama asla kaybolmadıklarını, güneşin konumunun bile onları etkilediğini 7,3Mhz altındakilerin akşam saatlerinde daha iyi yol aldıklarını ama yaz geceleri daha çok kirlendiklerini merak ettiği her şeyi anlatmıştı.) ve o günden beri gerçekleri bu dalgalara benzetirdi, belki kirlenecek geç gelecek ama asla kaybolmayacaklar derdi.

** arkadaşı sağolsun bardak neymiş kavanoz dururken diyerek sevdirdi kendisine.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Saat.

... geç kaldım sanırım, yetişmem lazım şu otobüse ama emin değilim saatten nasıl uyandıysam; saat kaç? var mıydı bir saatim? Vardır canım muhakkak saati olmayan muhasebeci mi olurmuş, sonra aklımdan nasıl oyunlar uydururum o rakamlara bakarken, mesainin bitmesini beklerken. Müdür geldi bak aklıma ;ah o müdür yok mu o müdür hiç sevmez beni bilmiyorum mu sanki, ama sesini de çıkaramaz bana koz var ya elimde yoksa tutarmıydı beni bir dakika sanıyorsun.
Hay aksi yine kestik iyi mi, kör bıçakla traş olsam bu kadarı olmaz heralde, ama hep bu "orjinal abi"lerden oluyor bulunmuyor ki bu aralar şu jiletin orjinali, üç kağıtçılar!Kan taşı da bitmek üzere akşama unutmuyum bari.
Tam zamanında çıkmışım şoför kapı kapatmadan vardım, şanslı günümdeyim sanırım hiç kuyruk beklemedim ee nasılsa hep ayakta geliyorum.Evet evet kesin şanslı günüm bugün baksana otobüs bile ineceğim durakta bozuldu yoksa nasıl anlatırım durumu o kasıntıya, inanırmıydı sence adi bir bahane der pis pis gülerdi yüzüme bahane yaratamamışım gibi.
Gün hızlı akacak bugün belli şimdiden akşamda aklım dur biraz tersi olmamalı mı ? zaman akmıyor sanki demem gerekmez miydi ?Neyse ne geçti gitti baksana çoktan gelmişim Ulus pazarına, nedense diğer tarafından girdim bu sefer, bağrışlar arasında ilerliyorum, pazarcılara yasak gelmişti bir ara ne oldu sahi ona? Olmaz canım "her taze bunlar abla" diye cığırtana inanılır mı hiç? hem üzülmez mi sence Ahmet abi, hem geçen hafta söylemiştim geleceğini bekliyordur o da beni.Tanımaz mı ? tanıyor tabii kaç yıl oldu, hangi balığı sevdiğini söylediğim zaman tahmin etmişti nereli olduğunu "en iyi onlar bilir tadını hele az uzak kalıversinler hemen ararlar tadını" demişti.;ayırmıştır şimdi tazesinden iki tane.
Meze yapmadım zaten,öyle demezmiydin iki yeşillik bol muhabbet hadi prozit!Yalnızız bu gece, sadece sen yıldızlar bile yok, hem baksana sana daha çok yakışıyor, bana bile bu kadar yakışmıyorsun bazen. şu asilliğin, suyunu bile ekerken nasıl da bakıyorsun, hiç farketmedin değil mi ?
Geç oldu, yine mi gideceksin? Kalsan ya bu gece yine eskisi gibi ayrı yatarız tavana yıldızları yerleştirir yönümüzü bulmaya çalışırız.Sabah uyandırman şartıyla, çaylar benden elbet, saatimi bulamıyorum da...